Şiir ve toplum

Şiir ve toplum

Kendi iç sorunları bir yana bırakılacak olursa, günümüz şiir ortamında beni en fazla düşündüren unsur;  şiir sanatının etki alanı olan topluma kazandırılması ile şiire karşı toplumsal duyarlılığın yeterince sağlanamaması noktalarında yoğunlaşıyor. Bu endişenin  çokta gerekli olmadığını, şiirin bu tür kaygılarla yazılmasının doğru olmayacağını savlayanlar olabileceği gibi; kurulacak toplumsal bağın, şiire ya da topluma karşı bir sorumluluk, bir gereklilik olduğunu savunacaklarda.

Her ne kadar tanıklık etmesem de, 1950’li yıllarda, başını Attila İlhan, Özdemir Asaf gibi ustaların çektiği edebiyat geceleri ya da şiir matinelerinde, salonların nasıl hınca hınç dolduğu ve şairin ağzından dökülecek dizelerin ne denli heyecanla beklendiği dikkate alındığında, bu ivme kaybının nedenleri, şiire emek veren herkes tarafından irdelenmeli. Son dönemde şiir dergilerinin fazla uzun soluklu olmaması, abonelerin büyük çoğunluğunun dergiye yazı ve şiir gönderenlerden oluşması, bunun pek de yabana atılır bir kaygı olmadığını gösteriyor aslında. Yazılı ve görsel medyada niteliği tartışılır, tumturaklı söz yığınlarının şiir adı altında kamuoyuna sunulması da tehlikenin farklı bir boyutu. Şiir yazma çabasında olan bir hekim olarak, şiirin beyinleri nasıl düşünmeye, sorgulamaya kışkırttığını; nasıl çağdaş ve insani değerlere yakınlaştırdığını düşündüğümde rahatsızlığım ve kaygılarım daha da belirginlik kazanıyor. Psiko-sosyal bir varlık olan insanın, yalnızca bedensel değil, ruhsal yönden de sağlıklı olmasında, diğer yazın türleri gibi şiirinde adeta bir yaşam destek ünitesi ya da besin kaynağı değerinde olduğuna sanırım hiçbir tıp insanı itiraz etmez.

Genel olarak ülkemizde okumaya karşı bir ilgisizlik ve direnç olduğu bilinmekte. Ulusal ve uluslararası istatistikler, okuma oranı açısından Türkiye’nin gelişmiş ülkelere göre, uzak ara nal topladığını göstermekte. Örnek vermek gerekirse, kişi bazında İsviçre’de yılda on kitap okunurken, ülkemizde bir kişinin on yılda sadece bir kitap okuması düpedüz kara bir mizah örneği. Günde beş saatini televizyon başında harcayan bir kişinin, kitap okumaya yılda sadece altı saatini ayırması da öyle. Başka bir deyişle bir günde televizyon seyretmeye bol keseden ayrılan zaman, kitap okumak için adeta esirgenmekte. Gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen yıllık kitap alımı, ortalama 100 ABD doları iken, Türkiye'de bu rakam 10 ABD dolarının altında. Japonya'da kişi başına düşen kitap sayısı yılda 25, Fransa'da 7, Türkiye'de ise yılda 12 bin kişiye 1 kitap düşüyor. Yine İngiltere ve Fransa’da toplumun %21’inin düzenli kitap okuduğunu, ülkemizde ise bu oranın % 0.01 olduğunu düşünecek olursak, durumun ne kadar içler acısı olduğu ortaya çıkmakta. Aydınlanmaya ket vuran bu karanlık tablonun, gelecek kuşaklar adına başta ana-babalar olmak üzere toplumun her kesiminde derin kaygılar uyandırmaması düşünülebilir mi?. Yazın türleri arasında “şiir” de bu gerilemeden ne yazık ki kaygı verici payını almış durumda. Günümüzde, Nazım Hikmet, Orhan Veli, Cemal Süreya, Ahmet Arif, Edip Cansever gibi şimdi hayatta olmayan ozanlarımız ile bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda yaşayan ozanlarımız dışında, şiir kitaplarının çok okunup çok satıldığını kim iddia edebilir? Elbette bir şairin kitabının az satmasının onun şiirinin kötü ya da zayıf olduğunu göstermeyeceği, kitapları çok satmasa da yazın dünyasında ustalığı kabul ve takdir görmüş nice şairler olduğu herkesin malumu. Yoksa şairin, dizelerinin toplum tarafından beğenilmesi gayesiyle şiir yazmasından, tribünlere oynama basitliğine düşmesinden söz etmiyorum. Burada dile getirilmek istenen, toplumun her geçen gün şiirden uzaklaşması, şiirden mahrum kalması, şiirle toplum arasında yadsınayamayacak bir yabancılaşma sürecinin başını alıp gidiyor olması.

Öyleyse nedir şiirle toplum arasındaki kopukluğun, yabancılaşmanın belli başlı sebepleri?
  1. Ozanın dilinin günlük konuşma dilinden de, düzyazıdan da farklı ve özgün  olması mıdır? Bu tamamen okuyucunun şiire kafa yorması ile ilgili bir konudur. Ozanın şiirsel ilkelerinden, özgünlüğünden ödün vermesi elbette ki beklenemez. Buna karşılık, toplumsal algı ve anlayıştan kopmama dengesinin sağlanması da ozanın ustalığı ile ilişkilidir.  Şairin işi;  şiirini ortaya koymak ise, belli bir donanımı  sağlamakta okuyucunun sorumluluğunda olmalı. Yeter ki toplum, duyarlığını ve okuma alışkanlığını koruma noktasında, sahiplenmesi gereken  çağdaş direnci yitirmemiş olsun.
  2. Toplumun okumaktan çekiniyor, korkuyor olması mıdır? İlk bakışta akıl dışı gibi görünse de, askeri darbe dönemlerinde daha yoğun olmak üzere, olağan dönemlerde bile kitapların “sakıncalı” görülerek yasaklanması; yazarların yazdıkları (hatta yazmayı planladıkları) kitaplar kanıt gösterilerek kovuşturmaya uğramaları, toplumun bilinçaltına okumanın insanın başına iş açan tehlikeli bir eylem olduğu şeklinde bir algı yerleştirmesi, yabana atılır bir sav değildir.
  3.   Artık  topluma hitap etmeyen şiirler yazılması, şiirin kan kaybına uğraması, toplumun şiirden keyif almıyor olması mıdır? Bu soruya yanıt aranırken, “sanat sanat içindir” ya da “sanat halk içindir” ikileminden ziyade, şiirin içine “düşürülmüş” olduğu sancılı durumu ele almak gerekir. Sözgelimi, adına şiir denen “allı pullu” sözcük derlemelerinin, kontrolsüz bir şekilde yazılı ve görsel medyada yer alıyor olması, toplumun şiir algısını ya da ayarını bozan önemli bir etkendir. Bununla birlikte, yazılanların daha öncekilerin tekrarı olması, geçmişteki dil ve söyleyiş zenginliğinin yeterince yakalanamıyor olması, heyecan yaratacak yeni bir akımın ortaya çıkamıyor olması gibi hassas noktalarında tartışmaya değer olduğunu belirtmek gerek.
  4. Görsel medya, bilgisayar teknolojisi ve iletişim araçlarının toplumda tehlikeli bir kültürel yozlaşmaya neden olması mıdır? Toplumdaki sanat ve kültür açlığının yerini, “sosyal medya”, “internet ortamı”, “tablet bilgisayar”, “android telefon” gibi kavramlar mı doldurmaktadır? Günümüzde insanların ilgisini farklı alanlara kaydıracak çok sayıda kışkırtıcı teknoloji ürününün akılları çelmemesi pek mümkün görünmüyor. Bununla birlikte, gelişmiş ülkelerde de teknolojinin inanılmaz boyutlar kazanmasına karşın, toplumun okumaya verdiği önemin büyük oranda kan kaybetmediğine bakıldığında, sorunun hedef sapması yaşamaktan ziyade, okuma kültürüne sahip çıkmamak olduğunu söylemek, sanırım daha doğru bir yaklaşım olur. Yeni yetişen neslin, ezbere dönük eğitim sistemi, sınav kazanma rekabeti ve dershane sarmalında, edebi eserlere yeterince zaman ayıramamasının da okuma alışkanlığını örseleyen en önemli etkenlerden biri olduğu açıktır.

Türk şiirinin kaptanı Attilâ İlhan, Adam Sanat  Dergisi’nde şiir kitaplarının satılmaması sorusuna bakın nasıl bir açıklama getiriyor: “Şiir neden satılmıyor. Bunu bana mı soruyorsun, çok yanlış bir kişiye soruyorsun sen. Benim şiirim satıyor çocuğum. Hadi benimkini bir yana bırakalım, Türkiye’de Yahya Kemal, Necip Fazıl, Nâzım Hikmet, Ahmed Arif, Hasan Hüseyin satılıyor. Bunların hepsine baktığınızda aynı ortak paydayı görüyorsunuz. Bunlar fikirleri itibariyle birbirine zıt insanlar. Kimisi sağcı, kimisi solcu ama hepsinde geride kendi edebiyatımızın sesi var.” … “Bu ses halkın sesi, memleketin sesi. Çünkü bu sesle ezan okunuyor, mevlit okunuyor, konuşuluyor, ninniler söyleniyor. Türkiye’de yenilik diye sen bu sesten kurtulmaya çalışırsan kültürsüzleşiyorsun. Kültürsüzleştiğin zaman da halk seninle ilişkisini koparıyor, gidip arabeske sığınıyor. Halkın seni okuması için o sesi yenileştirmen lazım.”

Soz söz: Ataol Behramoğlu, Sunay Akın gibi ozanlarımızın yurdun her köşesini dolaşarak şiire ses vermelerini, Genco Erkal, Fazıl Say, Müşfik Kenter, Haluk Çetin, Rutkay Aziz gibi sanatçıların şiir konusundaki katkı ve duyarlılıklarını dile getirmeden bu yazıyı tamamlamak emeğe saygısızlık olurdu.  Düşünce ikliminin gerek şiir, gerek diğer yazın eserleriyle renklenip yeşerdiği, sanat ve kültürün toplumun bütün katmanlarını sarıp sarmaladığı aydınlık günlere kavuşabilmek umuduyla.

CAN CEYLAN
(Mühür Şiir ve Edebiyat Dergisi Mart Nisan  2013 sayısı)